Sayfalar

2 Kasım 2019 Cumartesi

YASEMİN KOKULU KADIN

     Yaz mevsimi artık yavaş yavaş etkisini kaybetmekte.Doğa sancılı çünkü mevsim sonbahar.Kuşlarda bir telaş.Nereye uçuyorlar acaba?Geldikleri yere mi dönüyorlar? Başka uzak diyarlara mı gidecekler?Ya ağaçlar ; onlar da çok üzgün.Uzun zamandır üzerinde taşıdıkları yaprakları yavaş yavaş sararıp dökülmekte...Tıpkı her gün bir yaprağını kopardığımız takvim gibi.Giden gün bu günden, ömürden gitmekte.

   Doğa uğraşırken kendi dönüşümüyle bir kadın  ta uzaklarda ,sessiz diyarlarda beklemektedir.Mavinin elli tonunu umut ederek sessiz sedasız bekliyor.Geçmişteki fırtınalara inat bu gün güneş yeniden doğacak.Deniz de gök yüzü de mavi...Deli mavinin  elli tonu bir kelebek gibi sessizce avuçlarına konacak.

   Yıllardır bir adam çizmişti kadın.Adamın sadece yüzü yoktu.Ruhunu beslemiş ,yüzü dışında her şeyi tamamdı. Elleri,kolları,bacakları vardı.Bedenini tamamlamıştı .Ama yüzü yok....Yüzünü çizememişti,ruhunu beslemişti deli mavi.Başı bir siluetten ibaretti. Ağzı,burnu,kaşları,gözleri ,dudağı  yoktu. Çünkü onu hiç çizememişti.Belki de yüzün önemi yoktu.Kadının isteği, yürekti,ruhtu.Erkek gibi değil; insanlar ya kız yada erkek doğarlar. Ama adamlık bir meziyetti. Adam gibi bir adamdı  beklediği. Bir gün o adamı bulacak yıllardır içinde büyüttüğü ruhu onun ruhu ile eleştirecekti.Çünkü yüzünü çizemediği adamda mevsim hep bahardı.Ama sancılı sonbahar değil hep ilk bahardı.İlkbahar ile yüreğinde güller, yaseminler açmıştı.Adam yaseminlerden taç yapıp kadının saçına takmıştı. Yasemin çiçeğinin kokusu kadının yüreğine, tenine sardı.Yasemin kokulu kadın...Yüzünü çizemediği adam içinde sessiz sedasız mekan tutmuştu.Mavinin elli tonu; deniz o adamı kadına getirecekti.İşte o zaman kadında mevsim hep bahar,kokusu yasemin olacaktı.

    Yasemin kokulu kadın günün ilk ışıklarıyla uyandı.Usulca yatağının kenarına oturdu.Askılı, yakası dantelli beyaz  saten geceliğinin üzerine, up uzun beyaz tülden ilmek ilmek güpürle  bezenmiş  sabahlığını giydi.Yatağının kenarında duran yüksek ökçeli ,pembe pomponlu terliğini eline aldı.O bembeyaz minicik ayaklarını terliğin içine hassas bir şekilde soktu.Deniz kıyısında bulunan kulübesinin kocaman bir terası vardı.Küçük adımlarla gelin gibi süzülerek terasa doğru yürüdü.Gökyüzü güne yeni uyanıyordu.Sanki gün batımı gibi gün doğumu da sancılıydı. Gökyüzü allı morlu rengarenkti.Bulutlar hızlı hızlı günlük görevlerini yapabilmek için yerlerini almaya başladılar.Bahar rüzgarları yaramaz bir çocuk gibiydi.Önce etraftaki yasemin kokularını toplayıp güzel kadının avuçlarının içine koydular.Sonra yavaş yavaş kadının saçlarını okşadılar.Yavaş yavaş nazlı bir gelin gibi sap sarı saçları savurdular.Beyaz güpürler ile bezenmiş sabahlık eşlik etti saçların dansına .Güzel kadın gözlerini kapattı.Anın tadını çıkarabilmek,büyüsünü, ahengeni yakalayabilmek için derin bir nefes aldı.Birden öfkelendi bahar rüzgarı.Sert sert esmeye başladı. Gökyüzündeki bulutlar sağa sola kaçışmaya başladılar.Deniz hareketlendi.Deli deli coştu deli mavi, biraz mavi biraz griye bezendi.Şaşkın gözlerle denizi izleyip neler oluyor diye düşünüyordu ki kadın ...Denizden bir ışık topu çıktı.Gözleri bulanık hale geldi kadının.Gözlerini elleriyle ovuşturdu.Ama hala gözleri bulanık görüyordu.Işık topu küçücük kum tanelerinin üzerine düştü. İçinden bir adam çıktı.Adamın üzerinde beyaz ketenden salaş bir pantolon vardı. Pantolonun üzerinde keten kumaştan v yakılı kolları uzun bir gömlek....Saçları hafif uzundu.Servi gibi bir boy, geniş omuzları vardı.Çıplak ayak parmaklarının arasından kum taneleri kaçışıyordu.

       Kadın çok şaşırdı.Öylece donup kaldı.Rüzgar daha da sert esmeye başladı.Kadın neler olduğunu anlamaya çalışırken ,rüzgarla savrulmamak için terasın tırabzanlarına sım sıkı tutundu.Gözlerinin bulanıklığı geçmemişti.Denizden gelen adamın yavaş yavaş kendine doğru geldiğini seçebiliyordu.O kadar bulanıktı ki gözlerini,ağzını, burnunu, kaşlarını göremiyordu.Adamın yüzü sadece bir silüetten ibaretti.Rüzgarla savrulan beyaz kıyafetleriyle kulubeye yaklaştı.Attığı her adımla kadının kalp atışları hızlanmaya başladı.Olduğu yerde dondu kaldı kadın .Sanki bir kuvvet onu oraya sabitlemişti. Denizden gelen adam kulübenin ahşap kapısını yavaşça araları. Kapının gıcırdama sesiyle kadının kalbi yerinden fırlayacaktı. Kapının açılmasıyla kadının burnuna yasemin kokusu geldi .Derin bir nefes aldı.Evet bu onun kokusuydu.Teninin kokusu...Gözlerini kapattı.Yasemin kokusu ruhuna doldu.Adamın çıplak ayak sesleri ile yavaş yavaş kendisine  yakınlaştığını anlıyordu. Ama kadın  hala oraya çakılmış gibi duruyordu.İki kollarını yana açmış trabzanlara sımsıkı tutulmuş,saçlarını rüzgar savuruyordu. Adam artık arkasındaydı. Bunu yasemin kokusundan ve ayak seslerinden anlamıştı.Saçlarında bir el hissetti. Denizden gelen adam kadının rüzgarla savrulan saçlarını elleriyle topladı. Derin bir nefes aldı.Kadının mis gibi kokusunu içene çekti. Sonra yavaşça eğildi kadının boynuna bir öpücük koydu.Adamın dudakları alev topu gibiydi. Kadının önce boynunda sonra yüreğinde yangınlar çıktı Kadının vücudunda ki ayva tüyleri bile şaha kalktı.Boynunda yanan ateş ile düşündü kadın. Rüyada mıydı yada hayal mi görüyordu?Boynuna ateş topu gibi düşün dukalar; yılardır yüzünü çizemediği adamın dudakları olabilir miydi?Kalbinin atışının sesi çok uzaklardan  duyuluyor gibiydi. Kalbi yerinden fırlayıp gidecekti.Denizden gelen adam kadının heyecanını, şaşkınlığını fark etti.
-"Şişşştttt   korkma,sakin ol.Benim yıllardır yüzünü çizemediğin ,ruhunu beslediğin adamın ".
 ve kadına  daha çok sokuldu.Arkasından incecik beline sarıldı.Çenesini pamuk gibi yumuşak , güneş gibi sap sarı olan k saçlarına koydu.Derin bir nefes aldı. Uzun bir ohhhh çekti.Kadın yaprak gibi titriyordu.Adam yavaşça kadını kendine çevirdi. Yüzü ay gibi parlıyordu.Kadının gözleri adete o ışıktan kör olmuş gibiydi.Adamın yüzünü seçmek için çabalarken dudaklarında gezinen  parmakları hissetti.Kadının yüzünün nakışı o kadar güzeldi ki.Adam hayranlıkla dudakların hatlarını parmaklarıyla çizdi.Parmaklar yavaş yavaş kadının boynuna indi.Gözlerini kapattı kadın.Dudaklarında ateş topunu hissetti. Adamın dudakları alev alevdi.Kadının dudaklarını yaktı kavurdu.Fırtınada savrulan yelkenli gibi savruldu dudaklar.Kadın ilk fırsatta derin bir nefes aldı. Değilse heyecandan ,nefessizlikten düşüp bayılacaktı.birden sendeledi. Yüreği nasıl dayanacaktı.Yıllardır beklediği an gelmişti.O gelmişti.Yüzünü çizemediği adamı gelmişti. En sevdiği getirmişti adamını.Bir ışık topu gibi pırıl pırıldı.Olmazsa olmazı,mavisi, deli  mavi  denizi getirmişti.

      Sendeledi kadın, düştü düşecek.Adam bir hamle ile kadını kucağına aldı.Derin bir nefes alıp ciğerlerini yasemin kokusuyla doldurdu.Kadın kollarını adamın boynuna doladı. Sım sıkı sarıldı.Terasın ahşap döşemelerini yavaş yavaş geçen adam yatak odasına geldi.Yatakta kıp kırmızı saten bir nevrim vardı.Denizde sörf yaparcasına kadını yatağa yatırdı.Yatağın bir köşesine de kendisi oturdu.Saçlarını ,yüzünü ,gözlerini sevdi. İki dudağının birleştiği yere küçük bir öpücük koydu.Sonra  kadını yan yatırdı.Arkadan yavaçca süzülerek yatağa girdi.Başını kollarının arasına aldı sım sıkı sardı.

   Birden irkildi kadın .Gök gürlüyor, etraftaki ağaçları rüzgar savuruyordu. Şaşkın gözlerle etrafı kolaçan etti.Gök gürültüsü, yağmur sesiyle bir kez daha irkildi.Gök gürültüsünün sesi o kadar yüksekti kadını uykusundan uyandırdı. Derim bir nefes aldı.Gözlerinden boncuk boncuk yaşlar süzüldü.Yoktu ,yanında yoktu. Her şey bir rüyaydı.Yıllardır beklediği, geldiğini sandığı adamı da sadece rüyadan ibaretti. Ve bahardı maalesef mevsim sonbahardı.

BİR KADIN TANIDIM

Bir kadın tanıdım.
En delisi ,en mavisinden.
Başı yüce dağlar kadar karlı,
umudu enginler kadar çoktu.
Bir kadın tanıdım dünü bu gününden feryat figan.
Umudu ele avuca sığmaz.
Bir kadın tanıdım .
Adam gibi adam.
Yılmadan, yorulmadan dişiyle,tırnağıyla 
Kazıya kazıya hayata tutunan.
Bir kadın tanıdım.
Karanlık geceye inat parlayan yıldızlar gibi ışıl ışıl.
En delisinden ,en mavisinden.
Bir kadın tanıdım .Yüreği içten içe kor.
Yüzünde gülücükleri alev alev.
Yüce dağlar gibi, Anadolu gibi...
Bir kadın tanıdım biraz deli,
Biraz mavisinden.
Anne gibi,kız kardeş gibi,eş gibi, dost gibi...
Evet bir kadın tanıdım.
Yüreğinde sevgiyi,umudu büyütmüş.
Savaşmış pes etmemiş.
Vatanım, Türkiye'm gibi
Bir kadın tanıdım. 


13 Eylül 2019 Cuma

DELİ DOLU DOĞU ANADOLU

        Hani derler ya “Hayat kırkında değil farkında başlar”. Geçmişte dövünecek kadar yarın ömrümüz var mı? kaçırdığımız yerde mi kalsak? Hayatı yaşamaya yeniden doğmuş gibi kaldığımız yerden mi devam etsek? Ne kadar ömrümüz kaldı ki geriye, sayılı soluğumuz ne kadar. Şimdi geçmişe takılıp yaşlanmaktan sa hadi gelecekte coşma zamanı… Ver elini Deli maviyle Doğu Anadolu'ya…         

        Hiç olmaz derdim, yok ne işim olur ki doğuda, keşke görseydim o coğrafyayı. İnsanları bizim gibi miydi gerçekten, haberlerde yaratılan kan, terör şiddet var mıydı, yoksul muydu insanları susuz çöllerde kurumuş topraklar gibi, Türkçe bilmiyorlar mıydı benim Türkiye'mde yaşayıp… Memleketim, Türkiye'min bir parçası Doğu Anadolu neden bu kadar ütopik, neden bu kadar uzak ve imkansızdı?         

       Heyecan dolu bir güne uyandı Deli mavi… Sabah kalktı  günün ilk ışıklarıydı. Van’a gidecekti ilk kez doğu topraklarına. Yolculuk planları yapılmıştı. Ordudan Tokat -Erbağ’ a oradan taksi ile Van yolcuğu… Yolculuk ordudan minibüs ile başladı. Heyecan doluydu yüreği, kelebekler uçuyordu içinde. Deniz kıyısı boyunca geçireceği hafta sonunu düşündü ,onu neler bekliyor ,nelerle karşılaşacaktı. Sahilden ayrıldığında mavilikler yerini rengarenk yeşilliklere bıraktı. Yeşilin elli tonu, yılan gibi kıvrımlı yollarda ilerledi. Yolalar onu yükseklere götürdü, Sanki gökyüzü şimdi daha yakındı. Elini uzattığında bulutları yakalayacak, ırmakta bulunan sıra sıra taşlar gibi onların üzerinden atlayacaktı. Derin bir nefes aldı “ohhhhh “ çekerek olmaz olmazdı da olmaz oldu işte. İnsandık her şey bizim içindi. Ruhunda bin bir soru, bin bir heyecan ile kendini Niksar da buldu.        

      Yelda derneğin Erbağ temsilcisiydi. Niksar da otogarda karşıladı deli maviyi. Aslında çokkkk da fazla zamandır tanımıyorlardı birbirlerini. Yelda telefonda öyle samimi öyle sıcak söylemişti ki” ben seni evimde misafir edemeyecek miyim? Biz bir aile değil miyiz? Gel lütfen gece bende kalır yola çıkarız. Deli mavi Derneğin yönetim kurulu üyesi, Karadeniz Bölge temsilcisiydi. O kadar sıcak o kadar samimiydi ki Yelda'nın daveti gitmemek mümkün değildi. Nihat ağabey, aslında az soğuk gelmişti. Deli mavi ilk kez karşılaştı ya, hanım hanımcık, kibarcık maskesini taktı. Niksar’dan Erbağ a doğru giderken gayet resmi, gayet hanım hanımcık sohbetler yerini aldı arabanın içerisinde. Bu arada etrafta çizilen manzara, yer tasvirleri eşlik etti sohbete. Keyifli nereye, nasıl gideceğini bilmeden bir yolculuk başlamıştı. Kalp atışları yerini bilinmezin verdiği bir coşkuya bıraktı.      

     Küçük bir Erbağ turu…Erbağ yazısının önünde küçük yaşlarda bir erkek çocuğu, elinde rengârenk uçan balonlar vardı. Deli mavi “verir misin çocuk o balonları bana, sende balonlarla fotoğrafımı çeker misin” dedi. Endişelendi küçük çocuk “abla kaçırışın balonları” “çok param yok” dedi deli mavi “merak etme sıkı tutarım. Eğer kaçarsa balonlar ödeyemem parasını, bak şimdi ipi bileğime bağlayacağım sımsıkı sende fotoğrafımı çek”. Ne güzeldi çocuk olmak. Kaldığın yerden hayatı sımsıkı tutmak. Akşam yemeğine evde bir demlik çay, Yelda ve Nihat ağabeyin sohbetleri eşlik etti. Nasıl olurdu ki birbirini çok da fazla tanımayan insanlar aynı boyutta, aynı hislerle kırk yıldır dostmuş gibi nasıl ortak paydada buluşurdu. Bu Allah’ın bir lütfuydu. Başka bir açıklaması yoktu.                 

      Gece sayılırdı aslında. Gecenin üçünde çalan saat sesi ile başladı yolculuk. Gün ağarmamış her yer kap karanlıktı. Erbağ’dan başlayan yolculuk bütün Doğu Anadolu'nun kapılarını açacaktı. Çünkü planladıkları yoldan değil başka bir yoldan gideceklerdi. Yola çıktıklarında otobüsler, büyük bir kalabalıkla karşılaştılar. Yoldaki insanların uyarısı” yol kapalı hes patlamış, her yer çamur bu yolu kullanamazsınız” Hal böyle olunca rota değişti. Deli mavi görmeliydi tüm doğu Anadolu’yu. Aslında bu onun için bir işaretti. Sivas, Malatya, Elazığ, Bingöl, Muş, Bitlis , Van güzergahında yolculuk başladı. Geze geze başladı doğu yolculuğu her şehre girdiler, içinde tur attılar, sokakları, binaları, çatışmalar…Neydi doğu; kulaktan duydukları, tv den gördükleri, kırsaldaki patlamalar, terörist çatışmaları mı? Hayır değildi… Gayet modern, gayet düzenli ,gayet gelişmiş büyük şehirler…Hayranlıkla izledi  deli mavi gezdiği her şehrin sokaklarını, tek tek kaldırım taşlarını .Derin bir nefes aldı; Türkiye ,benim Türkiye’m sen ne güzelsin. Doğusu, batısı, her yeri tarih kokan Anadolu’m. Toprağım, vatanım, namusum, her şeyimsin. Bitlis'e gidiler.ve o meşhur şarkı ,Bitlis'te Beş Minare...Bir avuçtu Bitlis, koca koca binalar ama okullar… Ne güzeldi bunları görmek, gelecek, unut, yarın yetişecekti bu kocaman taş binalarda, umuttu okullar, özgürlüktü, gelecekti. Aradılar beş minareyi. Acaba türkü gerçek miydi? Beş minare var mıydı Bitlis’te. Bulamadılar .1,2,3,4,derken  5. Minare yok ama yoktu…  Ve TATVAN …      

         Çok keyifliydi yolculuk, Yelda, Nihat ağabey ve deli mavi…Durur mu yaramaz yol boyunca su içti şişe şişe, küçük bir çocuk gibi, ağzı durmadı ya hiç …Ama deliydi işte adı üzerinde deli mavi …Durmadan susmadan konuşur mu bi insan; mevzu deli mavi olursa normal. Sanırım sevmişti Nihat ağabey deli maviyi, çekilir değildi bu kız, ya sevmeseydi Yeldan'ın işi harap, Bir köşede kenara bıraksalardı onu. Allahımmm düşünmesi bile kötü. Bi sus yaramaz çocuk ama yokkkkk susa bilir mi deli mavi .Susmadı da zaten .Yol bitmedi uzun yol…Başladı Neşet Ertaştan  “Leyla”Ardından Sunam…Yorgunluktan çatlayan sesi, o türküleri söylemesine engel olmadı.    Tatvan ile upuzun düzlükler, ovalar, kıraç topraklar son buldu. Deniz kızıydı ya deli mavi… Van gölü, Vanlıların değimiyle Van denizi…Kenarında bezenmiş boy boy ağaçlar, yeşillikler, gözün alabildiği yer mavi, gözün alabildiği yer deli mavi…Huzurdu mavi onun için, deniz onun için her şeydi. Van aslında çok güzeldi, suyun olduğu her yerde medeniyet vardır ya, kocaman büyük şehir. Her köşesini, her karışını, taşını adım adım arşınladıkları o büyük şehir. Karadeniz’in bir çok şehrinden daha gelişmiş, daha moderndi. Van gölünde yetişen “inci kefali, Van kahvaltısı, Van gölü canavarı…Canavar korktu deli maviden, Van gölüne girince… Yazık acaba nerede aldı soluğu; Vanlılara benden selam olsun “Deli mavinin Van gölüne girmesi sonucunda, Van gölü canavarı korkarak Van gölünü terk etmiştir” 😊     

    Güzel bir ekip karşıladı onları Van da…Derneğin Van il temsilcisi, kahkahalar, keyif, eğitim, yeni arkadaşlar, yeni dostluklar, biz gibi, ben gibi, Karadenizli gibi yurdumun güzel insanları…Deli mavinin hafızasından silinmeyecek Nihat ağabey, Yelda…Güzel Doğu Anadolu yolcuğu, Van da kurulan sıcak, samimi, dostluk arkadaşlıklar.Yolumun güzel dostlarla kesiştiren Yaradana şükürler olsun.   Saat geç oldu. Aslında bitmedi Van yolculuğu, Ağrı dağlarında kaybolduğumuz, Zigana’da otobüsümün yanarak saatlerce rehin kaldığım, sabah 4 de eve inip okulun ilk günü okula gittiğimi  anlatmadım 😊           

9 Mayıs 2019 Perşembe

ZAMAN TÜNELİ


Geçmişten gelen bir ses 31 yıl önceden “ pozitif değerlere şükreder olduğunu göz önüne alarak; bilinmez geleceğe helal getirmen yasaklanmıştır.( Deli kız aslında insanlar deli!!!!)

Teknoloji getirdiği kadar götürdü insanoğlundan. Sağlığından, değerlerinden, örf- adetlerinden, kişiliğinden, var oluşundan götürdü. Aslında suç zamanın, teknolojinin mi? Yoksa her şeyi eline yüzüne bulaştırdığı gibi teknolojiyi de bulaştıran insanoğlunun mu?  Bu tartışılır …
Yıllar öncesinden uzak zamandan bir ses…

Bir akşam dolaşırken sanal alemde Messenger dan bir mesaj geldi. “Fevzi Çakmak mahallesinde, Fevzi çakmak ilkokulunda, Ömer öğretmende okuyan ……… mısın sen?” Şaşırdım önce, yıllar geçmişti üzerinden çocukluk yaşımız bitmiş kırklı yaşlarda yol alıyorduk. Mesajı atan kişinin adına baktım tanıdıktı, geçmişten, yıllar öncesinden bir isim. Emin olmak için profil fotoğrafına baktım; yok tanıdık değildi bu yüz. Ama nereden bilebilirdi ;Fevzi Çakmak mahallesinde ki  Fevzi Çakmak ilkokulunu ve Ömer öğretmeni” bilemezdi elbet fotoğraf yabancıysa da isim tanıdıktı. Kabul ettim arkadaşlık isteğini.

Evet yıllar sonra ilkokul arkadaşım beni bulmuştu. Sohbet ettik biraz; evlenmiş iki tane kızı olmuş, yaşadığı şehir, eşi ve işi ve kısaca benim hayatım... Ve geride bıraktığımız çocukluğumuz…Yaşadığımız mahalle, top oynadığımız sokaklar.

Sömestir tatili için Ünye’ye geldi. Beni ziyaret etti. Geçmişe döndük taaaa ilkokul 2. Sınıfa ne çok şey varmış unuttuğumu zannettiğim. Ne çok insan varmış hatırlamadığımız. Doğum yaparken ölen Handan, Avukat olan Engin, eşinin üzerine üç çoğunluğunu bırakıp, başka kadınla kaçıp giden Mustafa, trafik kazası geçirip ölen hakan, çok salaktı diye tanımladığımız gönül... 40 kişilik bir sınıf ve Ömer öğretmen...
Tabi ve çok uzun olmasa da dünkü ve bu günlü hayatlarımız, yanına bir parça iyi niyet bir parça umut eklediğimiz yarınlarımız.Daha ne olsun ki ...

Adı da zaman tüneli olsun. Evet zaman tüneli Geçmiştennnnn geleceğeeeee

DELİMAVİ



17 Ağustos 2018 Cuma

HER SON BİR BAŞLANGIÇTIR



    Deli mavi ruhlar aleminde deli deli dolaşıyordu. Hiçbir şey umurunda değildi. Hani derler ya “dünya yansa bir halbur samanı yanmaz” İşte o da öyleydi. Deli ruh; vurdum duymazlığının tadını çıkarırken duygular ile karşılaştı. Acı, keder, öfke, intikam, çaresizlik, mutluluk, huzur… Aslında tanımıyordu bu duyguları, bilmiyordu nasıl olduklarını.
    Ruhlar aleminde derinden bir ses duyuldu. “Deli mavi artık dünyaya gitme vaktin geldi. Seni küçük bir meleğin kalbine yerleştireceğiz. Dünyaya inen her bir ruh buradan istediği bir duyguyu alıp gider. Şimdi sen de burada karşılaştığın duygulardan birini alarak küçük meleğin kalbine girecek onunla beraber dünyaya ineceksin”. Sesin kesilmesi ile birlikte duygular sıraya girerek deli mavinin etrafında daire çizmeye başladılar. Hep bir ağızdan “beni al beni götür, ben seni yalnız bırakmam, hep yanında olurum, diyerek dolanıyorlardı. Zaman daralmıştı. Artık deli mavinin bir karar vermesi, bir duyguyu alıp minik meleğin kalbine yerleşmesi gerekiyordu. Mutluluk pembe renge büründü. “Deli mavi lütfen beni al. Beni alırsan minik meleğin hep gülecek, gözünde bir damla yaş olmayacak. Biz huzurla kardeşiz beni alırsan huzur da bize eşlik edecek. Mavi renge bürünen huzur; deli mavi biz mutlulukla ikiz kardeşiz lütfen bizi dinle. Eğer bizi almazsan minik meleğin hiç gün yüzü görmeyecek” Acı dedi ki “ yalan!!! Asıl iyi olan benim , keder, öfke ,intikam ,çaresizlik  biz kardeşiz. Eğer beni alırsan hepimiz sana eşlik ederiz. Biz daha kalabalığız. Beni al.
  Adı üstünde işte Deli mavi… “Amaaaan ne olur ki hepinizi alsam? ben hepinizle baş ede bilirim. Minik meleği yalnız bırakmam. Zaten bilmiyorum ki acı, keder, çaresizlik, örke ne demek. Mutluluğu alırsam ne olur?  Hadi gelin avcumun içine hepinizi alıyorum. Dünyaya meleğimin kalbimde ineceğiz. Onu hiç yalnız bırakmayacağız.
    Deli mavi tüm duyguları avucunun içine aldı. Meleğin kalbine girdi. Hiç düşünmedi minik melek bunca duygu ile nasıl baş edecekti. Öyle kötüydü ki acı, diğer duygularla bir plan yaptı. Mutluluğu ve huzuru meleğin kalbinin sağ tarafına yerleştirip kilitledi. Diğer duygularla meleğin kalbinde dünyaya indi.
    Ellerinden geleni yaptı kötü duygular. Ne hayat yaşadı melek, fırtınalı çocukluk, alabora olan gençlik, en kötüsü de 21 yıl süren, üzerine zaman zaman gün doğan bir evlik. MASUM ACILAR, BU KADARDA OLMAZ Kİ :( :(, DUVAR, KARA DELİK, ARNAVUT KALDIRIMI, BATAKLIK’ yazıları ile baş etmeye çalıştı acıyla. Ama yetmedi ki acıya. Son kozlarını oynadı Acı…
    Ah meleğim ah…Ne delilik kaldı yüreğinde ne de mavilik. Yalan oldu her şey. Dişiyle tırnağıyla çabalayıp yaptıkları, emekleri, göz yaşları, çabaları… Sona geldiğinde “yapmasaydın” oldu. Durmadı ki acı halen belden alta vurmaya devam etti. Başka kadınlar çıktı meleğin karşısına, bir değil iki değil, üç değil…Acının  pervasızca; İstanbul’a gittim yaptım, Kıbrıs’a gittim yaptım, Ankara’ya gittim yaptım ne oldu ki? dediği, beş vakit gözünün önünde gördüğü, sosyal medya hesaplarında ekli olan Kadın… Ve acının “ne var ki o orospu, bana veren herkese verir deyip; o kadının kocasıyla  beraber içki masasında beraber oturup, adamı sarhoş edip beraber oldukları, sonrasında ara vermeden konuştuğu kadın…
    Acı en sonunda onurunu da kırdı meleğin. Ne kalmıştı ki geriye. Yıllardır katlandığı acıya, çocuklarım deyip, aman çocuklarımı kaybetmeyeyim deyip sarıldığı acı; onurunu da kırdıktan sonra ne kalmıştı ki geriye. Durur mu sandınız acı… durmadı. Ahhhh meleğimmm ahhhh.                Başkaldırma zamanı gelmişti. Artık acıyla yaşayamazdı, onu daha fazla taşıyamazdı. Yine yaptı ki acı yapacağını. “Beni dışarı, sokağa mı atacaksınız” dedi. “Boşanalım beraber bir evin içinde yaşayalım, ben bu evden asla çıkmam” dedi.
    Mutluluk ve huzur yıllardır meleğin kalbinin sağ tarafında kilitli kalmışlardı. Bu arada huzurla ele ele verip umudu meydana getirmişlerdi. Şimdi sıra onlardaydı. Seslendiler deli maviye…. “Şimdi sıra bizde, üzülme, meleğine söyle, artık acı bitti, bizi çıkar meleğinin kalbinin sağ tarafından. Bak bir de umudumuz var. İki çocuğu ile dışarıda kalan meleğim  Bir günde ev tuttu, eşya aldı, evinden yıllardır didinip meydana getirdiği yuvasından, çeyizinden getirdiği tabağını çanağını, alabileceği birkaç parçayı alarak, şu anki durumuna göre değerlendirildiğinde yüklü bir borç yaparak, geçmişini geride bırakarak sessiz sedasız çıkıp gitti.
     Şimdi meleğinin elinde mutlulukla huzurun beraber büyüttüğü umudu vardı. Aslında her son bir başlangıç değil miydi? Kim bilir meleğin hayatında sırada, umudun, mutluluğun huzurun yeri vardı.

20 Ekim 2016 Perşembe

BEYAZ IŞIK

           Gözlerimi yumduğum da bir çölde buluyorum kendimi. Kocaman bir sahra çölü ve küçücük kum tanesi ben… Bir çıkış, bir umut yok. Bir ses duyuyorum. Sazın telinden çıkan nameler yüreğimi dağlıyor. Tamam diyorum. Bu ses varsa bu çölde bir umut var. Yuvarlanıp duruyorum kum tanelerinin arasında. Dertli dertli çalan, dertli sazımı arıyorum. Bir fırtına çıkıyor. Fırtına beni Uçsuz bucaksız çölde Sağa sola savuruyor. Neredeyim bilemiyorum. Çölün her yeri aynı.  Bedenim fırtınanın yorgunluğu ile sarsılmış. Kalkmak istiyorum. Ama bir şey canımı acıtıyor. Bir umut dediğim dertli çalan sazım; sazımdan çıkan namelerim, öfffffffff öffffffff . Yolumu kapatıyor fırtına, sazıma giden izleri örtüyor Hiç benim olmayan ve olmayacak sazımın sesini kaybediyorum.
        Güneş yakıyor küçücük bedenimi.  Çölde bir kum tanesi olmak ne kadar zor diyorum. Kaybolup gitmek istiyorum. Ama nereye gideyim? “Bu çöl benim kaderim diyorum”. Ben çölü mü kabul edemiyorum? Kum tanesi olmayı mı? Sıralıyorum içimde dertleri. Ben neyim diyorum.  Kafamın içinde soru işaretleri uçuşuyor. Kumların arasında bir şey görüyorum. Seçemiyorum, bu gerçek mi ? Gözlerime inanamayıp ovuşturuyorum. Çölde daha ne istenir ki … Biraz uzak ta yemyeşil bir vaha… Vahanın kenarlarına doğru yemyeşil palmiyeler sıralanıyor. Palmiyelerin içinden dertli çalan sazımın sesi kadar güzel,  kuş sesleri geliyor. Vahanın kenarında gökyüzüne uzanmak isteyen sazlıklar, rüzgârla dans ediyor. Göz alabildiğin kahverengilik te mavi yeşil dans ediyor. İşte bu benim yalancı cennetim. Bu benim kaderim değil. Mesele kum tanesi olmak değil mesele çölde olmak da değil. Mesele çöl de vahayı bulamamak. Şimdi tüm gücümü topluyorum. Cennetime ulaşmak için çabalıyorum. Yuvarlanıyorum kumların içerisinde. Nefesim kesiliyor. Diğer kum tanelerine bakıyorum hiçbiri vahaya koşmuyor.” Neden “diyorum “onlar cenneti istemiyor mu?” Ben gittikçe cennetim uzaklaşıyor. Ben yuvarlandıkça gücüm tükeniyor. Öfffff  Ööööööfffffff . Hangi kalem yazmış benim yazımı? Aman Allah’ım  ben bir serap görüyorum. Bir kez daha tükeniyorum. Ne derttir ki bu Allah’ım sıra sıra.
      Bir şişe biraya, dert ortağım olan dertli sazıma bırakıyorum tüm acılarımı. İçimi her yudumda serinleten biram, tükendiğinde sazımın nameleri ile bir oluyor. Yüreğimi kanata kanata , canımı acıta acıta   yalnızlığımın sesliğinde  boğuyor. Yıllarımın gerçekleri bir kez daha tokat gibi yüreğime vuruyor. Biliyorum ben ne bir çölüm ne de bir kum tanesi. Mesele ne çöl olmak ne de kum tanesi. Mesele küçük umutlara tutunup hayaller kurmak. Mesele silinmeyen kalemle yazılan yazımı silmeye uğraşmak. Bir istiridyenin içindeki inci gibi kıymetli olmamak.


   Sanırım bu gün de günlerden kocaman bir HİÇ… Bu koca hiçten bana kalan ise birkaç damla göz  yaşı, alnıma yazılmış derin alın yazısı. Bir meleğin kanat çırpışı sesini  duymak istiyorum. Kalbimi ellerinin içine alıp O meleğin zamanı geldiğinde beni beyaz ışığa götürmesini bekliyorum. 

11 Şubat 2015 Çarşamba

BOŞ KAĞIT

Yorgun bedenler bilemez onları  ; ne, ne zaman yorar? Hayata aynı pencereden bakabilmek mümkün müdür. Yada aynı pencereyi aralaya bilmek.
   Güzel başlayan bir Pazar günüydü. İnsanın içindeki fırtınaları kimse bilmez , istese de göremezdi. Mutluluk maskesi taktı genç kadın bu maskeyi takmaktan başka çaresi de yoktu.  Güzel bir Pazar kahvaltısı yaptı. Bu kahvaltıya çocukları , annesi ,babası  eşlik etti. Bir şubat sabahında güzel pırıl pırıl  güneş … Kadının içi kıpır kıpır olmuştu. İçinde kelebekler uçuştu. Güneş onu çağırırken evde oturmak olmazdı. Annesini babasını çocuklarını aldı . Amacı biraz dolaşmak deniz kokusu almak, tur atmaktı. Kocaman olmuştu oğlu boyunu aşmıştı boyu. Bir servi gibiydi. O  servi’ sine bakarken derin bir iç çekerdi. Zaman zaman bakmaya bile kıyamazdı. Trafiğin sakin olduğu bir yerde arabayı sağa çekti. Oğluna “had”i dedi” in Şimdi buraya sen otur” Çocuğunun gözündeki mutluluk ve heyecan onu da heyecanlandırmıştı.  Güzel bir araba tur attılar. Sonrasında kumsalda yürüyüş…  Deniz kıyısında serin esen rüzgar, bazen mavi bazen gri bulutlar ,bulutların  ardına bir saklanıp bir çıkan  Güneş… Hepsi eşlik etti onların huzur dolu yürüyüşüne. Derken telefonu çaldı arkadaşı onu beraber kısır yapıp yemeye davet etti. Güzel başlayan bir günü sevdiği arkadaşı ile bir demlik çay ve kısır eşliğinde bitirmek güzel bir teklifti. O da bu teklife hayır demedi. Arkadaşının teklifini kabul etti. Annesini kızı yanına alarak arkadaşına gitti. Güzel  sohbet , bir demlik çay…  Ama bir sıkıntı vardı içinde. Bu durumun genelde hayatında yaşadığı olumsuzluklardan ileri gelebileceğini umut etti. Yüreğini sıkıştırıyordu bir şey. Gece çok garip rüyalar görmüştü. Gördüğü rüyaların hepsini hayra yordu. Zaman zaman duyduğu” yüreğine fil oturmak” deyimi sanki onun şu anı için söylenmişti. Nefes alamamak  çok kötü bir duyguydu. Bulunduğu ortam sohbet hoş olsa da içinde bulunduğu ruh hali hiç hoş değildi. Bir şey onu dürtüklüyor” haydi  kalk oturma bura da “ diyordu. Yaşadığı iç huzursuzluğu bulunduğu ortamı kısa sürede terk etmesini  sağladı. Eve gittiğinde yaşayacaklarından başına geleceklerden habersizdi. Arkadaşının ısrarlarına rağmen içinde bir sıkıntı olduğunu gitmek istediğini söyleyip müsaade istedi.
         Özel hayatında her şey arapsaçına dönmüştü. Artık olaylar kontrolünden çıkmış. Bir çıkmaza dönmüştü. Oda bu durumların içerisinden çıkamıyordu. Aslında değişmemişti hayatındaki hiçbir şey. Sadece o yaşadıklarından yorulmuş, tahammül edecek gücü kalmamıştı. Sabah eşi ile çok hoş olmayan bir tartışma yaşamıştı. Aslında tartışma da sayılmazdı bu. Son zamanlarda eşi sürekli  artık dayanamayacağını, kendini öldüreceğini söyleyip duruyordu. O sabah da böyle bir sabahtı. Bunun nedeni yıllardır yaşadığı her şeyin kadının içindeki çocuğu öldürmesiydi. Kadının hayatında matematiğin dört işlemi olmamıştı. Hayat sadece bölmüş ve çarpmıştı. Kadına göre şuan hayat bir at arabasıydı. Ama at olan hep üzerine binilen, hep yükü taşıyan kadın olmuştu. Adam hayatını yaşarken kadının içindeki çocuğu yavaş yavaş öldürmüştü. Her can çekişin de canın yandığında” imdat” diyerek yardım istemişti çocuk. Elini uzatmış ama eşi elini uzatmayı bırak duymamıştı bile .Yavaş yavaş susarak öldü küçük çocuk. Tıpkı bir damla suya  muhtaç olan bir papatya gibi. Yavaş yavaş kuruyarak.  Kuruyan toprakların çatlaması gibi kuruyan dudakları imdat sesini çıkaramayacak dereceye gelene kadar haykırdı, yardım istedi. O kadar bencildi ki adam kendi hayatını yaşarken o küçücük çocuğu sevmeyi unuttu. Bir parça mutluluk bir parça huzur bir damla su vermeyi unuttu. Aslında o küçük çocuğu; çocuk sevgi dilenirken adam dan “ daha yaşımız genç ileride yaşarız “ derken öldürmüştü.  İçindeki çocuğu kaybedince kadından geriye ruhsuz bir beden, gülemeyen bir çif göz , bir canavar kalmıştı. Adam o kadar alışmıştı ki kadının koşulsuca onu sevmesine bu haline dayanmıyordu.  Kadının  içinde artık bırak sevgiyi; ne nefret, ne öfke hiçbir şey kalmamıştı. Adama dair her şeyi yitirmişti. Şu an  elindekini yitiren adamın dudaklarından  çaresizce dökülen  tek şey  kendimi öldüreceğim oluyordu.
Yüreğini saran ağırlık eşliğinde arkadaşından kalkarak eve doğru yürüdü. Çantasından anahtarını çıkardı . İçinden bir şey onu direk yatak odasına sürükledi. Yatak odasına girdiğinde dondu kaldı.  Yüreğindeki sıkıntı, gece gördüğü rüyalar… “hayır “dedi” olamaz.”Bir anda film şeridi gibi birçok şey geçti gözlerinin önünden. Bir müddet sessizce kaldı. Usulca yatağa oturdu. Yatağın üzerinde eşinin bıraktığı cüzdanı, kapattığı cep telefonu, anahtarı ve a 4 kâğıdının altına adını soyadını yazıp imzasını attığı boş bir kağıt duruyordu. Neler oluyordu? Şimdi bu ne demekti?  Yüreğinde ki anlamsız  sıkıntı , acıların hepsi  bunlar için miydi? Gece gördüğü karmaşık rüyalar bu anı mı? anlatmaya çalışmıştı. Bir müddet düşüncelerle cebelleşti.  Bir şeyler yapmalıydı . Yıllar önce kendi için gözünü kırpmadan öleceği  adam ;bu gün kendini öldürmüş olamazdı. Bunu ona yapamazdı. Bir canlının onun yüzünden kendi canına kıydığını düşünerek bu dünyada yaşayamazdı. Küçücük yüreği, vicdanı bu kadar ağır bir yükü taşıyamazdı.  Hemen telefonuna sarıldı. Oğlunu aradı. Karşılaştığı manzarayı, endişelerini söyledi. Gidebileceği yerlere bakmasını babasını aramasını istedi.  Boğazına boğum boğum   bir şeyler tıkanmıştı. İçi ılık ılık oldu sanki bayılacaktı. Evin duvarları acımasız bir canavar gibi üzerine geliyordu. Evde duramazdı. O kadar kötü olmuştu ki şu halde araba kullanacak gücü bile kendisinde bulamadı. Hava iyice karanlık olmuştu. Yalnız başına dışarı çıkamazdı. Bir arkadaşını aradı .İçinde bulunduğu durumu anlatıp yardıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Evdekilere, kızına bir şey belli etmemek için tüm gücünü topladı. Annesine arkadaşı ile kahve içmek için dışarı çıkacağını söyledi. Dizlerinin dermanı kalmamıştı. Kendini evden dışarı attığında zorla içeride tuttuğu göz yaşları artık onu dinlemedi. Sessizce süzüldüler gözlerinden. Deniz her şeyiydi ya ….Ne yapacağını bilememenin verdiği  çaresizlikle  arkadaşına “deniz kıyısına gidelim” dedi . “belki oradadır, bir köşede oturuyordur, aramaya oradan başlayalım “İlk kez gurbette hissetmişti kendini ilk kez yapa yalnız. Şubat akşamıydı. Her yer  zifiri karanlık. Göz gözü görmüyor. Sert ve soğuk esen rüzgar içinin ateşini hafifletmiyordu. Çiseleyen yağmur damlaları yüreğini daha da çok yakıyordu. Buz gibi terler döktü.  Denizin hırçın dalgaları sahili dövüyordu. O kadar hırçındı ki dalgalar gecenin karanlığında bile bembeyaz köpürüşünü gözümüze sokar gibi belli ediyordu. Elinde cep telefonun ışığı ile koştura koştura sahili arşınlıyordu. Kafasında ki düşünceler, endişeleri birbiri ile çarpışıyordu. Ya gerçekten şeytana uyar da dediğini yaparsa.  Onun ailesine ne diyecekti,   çocukları  ; arkadaşları onlara sormayacak mıydı? baban kendini neden öldürdü. Çocuklarım ne diyecekti.  Yarın öbür gün daha da büyüyecekler , oğlan askere gidecek ,okuyacaklar iyi yerlere gelecekler, biri gelin diğeri damat olacak ve bu özel anlarda baba eksikliği duymayacaklar mıydı? Beni düşünmedi   çocuklara bunu nasıl yapardı. Hayır diyordu hayır … Tüm bu düşünceler eşliğinde koca sahili taradı. Zaman durmuş  , zaman acımasız geçmek bilmiyordu. Yüreğindeki sızı gittikçe artmış nefes almak daha da zorlaşmıştı. Hala güçlü durmaya çalışıyordu. Arabaya bindiklerinde arkadaşı ona şunları söyledi. “Şuan  bize belli etmemeye çalışsan da içinde daha da çok acı yaşadığını ,canının yandığını biliyorum. Lütfen biraz sakin ol. Buluruz bir şey olmaz” Güçlü olmaktan, güçlü görünmekten yorulmuştu. Artık güçlü olmak istemiyordu. Sadece dudaklarından” her şeyden sonra bana bunu da yapamaz” sözleri döküldü. Zaman ilerledikçe hissettiği duyguyu o bile tarif edemiyordu. Karakol, emniyet,  otogar derken bakmadıkları yer kalmadı. Küçücük ilçe kocaman olmuş üzerine binmişti.
  Saatler sonra   telefonu çaldı arayan oğluydu.” Tamam anne bulduk” dedi. O an hissettiği, öfkesi, rahatlaması, neydi ki o duygular kendisi bile bilemedi. Zamanla, vicdanıyla, Soğuk şubat ayıyla, rüzgarla savaştığı; yıllar gibi gelen süreç içerisinde, adam kuytu bir kahve köşesinde sıcak sobanın başında otururken bulunmuş. Eve geldiğinde kadının ısrarları ile yaptığı açıklama ise şu “ tamam işte olmuyor, gitmiyor. Sana boş bir kağıt bıraktım altına adımı yazıp imzamı attım. Ne istiyorsan yaz ben yarın gider gerekli yerlere veririm. Boşanırız.”” Helal “olsun dedi kadın. Yine kendine yakışanı yaptın . Sen düşüneceksin ben beynini okuyacağım . Saatlerdir neler yaşayabileceğimi , neler hissedebileceğimi hiç düşünmedin. Oturup karşılıklı konuşmak yerine bana oyun oynadın. On sekiz yılın bedeli  imzalı boş bir kağıt olmuştu.  
                                                                              DELİ MAVİ