Sayfalar

11 Şubat 2015 Çarşamba

BOŞ KAĞIT

Yorgun bedenler bilemez onları  ; ne, ne zaman yorar? Hayata aynı pencereden bakabilmek mümkün müdür. Yada aynı pencereyi aralaya bilmek.
   Güzel başlayan bir Pazar günüydü. İnsanın içindeki fırtınaları kimse bilmez , istese de göremezdi. Mutluluk maskesi taktı genç kadın bu maskeyi takmaktan başka çaresi de yoktu.  Güzel bir Pazar kahvaltısı yaptı. Bu kahvaltıya çocukları , annesi ,babası  eşlik etti. Bir şubat sabahında güzel pırıl pırıl  güneş … Kadının içi kıpır kıpır olmuştu. İçinde kelebekler uçuştu. Güneş onu çağırırken evde oturmak olmazdı. Annesini babasını çocuklarını aldı . Amacı biraz dolaşmak deniz kokusu almak, tur atmaktı. Kocaman olmuştu oğlu boyunu aşmıştı boyu. Bir servi gibiydi. O  servi’ sine bakarken derin bir iç çekerdi. Zaman zaman bakmaya bile kıyamazdı. Trafiğin sakin olduğu bir yerde arabayı sağa çekti. Oğluna “had”i dedi” in Şimdi buraya sen otur” Çocuğunun gözündeki mutluluk ve heyecan onu da heyecanlandırmıştı.  Güzel bir araba tur attılar. Sonrasında kumsalda yürüyüş…  Deniz kıyısında serin esen rüzgar, bazen mavi bazen gri bulutlar ,bulutların  ardına bir saklanıp bir çıkan  Güneş… Hepsi eşlik etti onların huzur dolu yürüyüşüne. Derken telefonu çaldı arkadaşı onu beraber kısır yapıp yemeye davet etti. Güzel başlayan bir günü sevdiği arkadaşı ile bir demlik çay ve kısır eşliğinde bitirmek güzel bir teklifti. O da bu teklife hayır demedi. Arkadaşının teklifini kabul etti. Annesini kızı yanına alarak arkadaşına gitti. Güzel  sohbet , bir demlik çay…  Ama bir sıkıntı vardı içinde. Bu durumun genelde hayatında yaşadığı olumsuzluklardan ileri gelebileceğini umut etti. Yüreğini sıkıştırıyordu bir şey. Gece çok garip rüyalar görmüştü. Gördüğü rüyaların hepsini hayra yordu. Zaman zaman duyduğu” yüreğine fil oturmak” deyimi sanki onun şu anı için söylenmişti. Nefes alamamak  çok kötü bir duyguydu. Bulunduğu ortam sohbet hoş olsa da içinde bulunduğu ruh hali hiç hoş değildi. Bir şey onu dürtüklüyor” haydi  kalk oturma bura da “ diyordu. Yaşadığı iç huzursuzluğu bulunduğu ortamı kısa sürede terk etmesini  sağladı. Eve gittiğinde yaşayacaklarından başına geleceklerden habersizdi. Arkadaşının ısrarlarına rağmen içinde bir sıkıntı olduğunu gitmek istediğini söyleyip müsaade istedi.
         Özel hayatında her şey arapsaçına dönmüştü. Artık olaylar kontrolünden çıkmış. Bir çıkmaza dönmüştü. Oda bu durumların içerisinden çıkamıyordu. Aslında değişmemişti hayatındaki hiçbir şey. Sadece o yaşadıklarından yorulmuş, tahammül edecek gücü kalmamıştı. Sabah eşi ile çok hoş olmayan bir tartışma yaşamıştı. Aslında tartışma da sayılmazdı bu. Son zamanlarda eşi sürekli  artık dayanamayacağını, kendini öldüreceğini söyleyip duruyordu. O sabah da böyle bir sabahtı. Bunun nedeni yıllardır yaşadığı her şeyin kadının içindeki çocuğu öldürmesiydi. Kadının hayatında matematiğin dört işlemi olmamıştı. Hayat sadece bölmüş ve çarpmıştı. Kadına göre şuan hayat bir at arabasıydı. Ama at olan hep üzerine binilen, hep yükü taşıyan kadın olmuştu. Adam hayatını yaşarken kadının içindeki çocuğu yavaş yavaş öldürmüştü. Her can çekişin de canın yandığında” imdat” diyerek yardım istemişti çocuk. Elini uzatmış ama eşi elini uzatmayı bırak duymamıştı bile .Yavaş yavaş susarak öldü küçük çocuk. Tıpkı bir damla suya  muhtaç olan bir papatya gibi. Yavaş yavaş kuruyarak.  Kuruyan toprakların çatlaması gibi kuruyan dudakları imdat sesini çıkaramayacak dereceye gelene kadar haykırdı, yardım istedi. O kadar bencildi ki adam kendi hayatını yaşarken o küçücük çocuğu sevmeyi unuttu. Bir parça mutluluk bir parça huzur bir damla su vermeyi unuttu. Aslında o küçük çocuğu; çocuk sevgi dilenirken adam dan “ daha yaşımız genç ileride yaşarız “ derken öldürmüştü.  İçindeki çocuğu kaybedince kadından geriye ruhsuz bir beden, gülemeyen bir çif göz , bir canavar kalmıştı. Adam o kadar alışmıştı ki kadının koşulsuca onu sevmesine bu haline dayanmıyordu.  Kadının  içinde artık bırak sevgiyi; ne nefret, ne öfke hiçbir şey kalmamıştı. Adama dair her şeyi yitirmişti. Şu an  elindekini yitiren adamın dudaklarından  çaresizce dökülen  tek şey  kendimi öldüreceğim oluyordu.
Yüreğini saran ağırlık eşliğinde arkadaşından kalkarak eve doğru yürüdü. Çantasından anahtarını çıkardı . İçinden bir şey onu direk yatak odasına sürükledi. Yatak odasına girdiğinde dondu kaldı.  Yüreğindeki sıkıntı, gece gördüğü rüyalar… “hayır “dedi” olamaz.”Bir anda film şeridi gibi birçok şey geçti gözlerinin önünden. Bir müddet sessizce kaldı. Usulca yatağa oturdu. Yatağın üzerinde eşinin bıraktığı cüzdanı, kapattığı cep telefonu, anahtarı ve a 4 kâğıdının altına adını soyadını yazıp imzasını attığı boş bir kağıt duruyordu. Neler oluyordu? Şimdi bu ne demekti?  Yüreğinde ki anlamsız  sıkıntı , acıların hepsi  bunlar için miydi? Gece gördüğü karmaşık rüyalar bu anı mı? anlatmaya çalışmıştı. Bir müddet düşüncelerle cebelleşti.  Bir şeyler yapmalıydı . Yıllar önce kendi için gözünü kırpmadan öleceği  adam ;bu gün kendini öldürmüş olamazdı. Bunu ona yapamazdı. Bir canlının onun yüzünden kendi canına kıydığını düşünerek bu dünyada yaşayamazdı. Küçücük yüreği, vicdanı bu kadar ağır bir yükü taşıyamazdı.  Hemen telefonuna sarıldı. Oğlunu aradı. Karşılaştığı manzarayı, endişelerini söyledi. Gidebileceği yerlere bakmasını babasını aramasını istedi.  Boğazına boğum boğum   bir şeyler tıkanmıştı. İçi ılık ılık oldu sanki bayılacaktı. Evin duvarları acımasız bir canavar gibi üzerine geliyordu. Evde duramazdı. O kadar kötü olmuştu ki şu halde araba kullanacak gücü bile kendisinde bulamadı. Hava iyice karanlık olmuştu. Yalnız başına dışarı çıkamazdı. Bir arkadaşını aradı .İçinde bulunduğu durumu anlatıp yardıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Evdekilere, kızına bir şey belli etmemek için tüm gücünü topladı. Annesine arkadaşı ile kahve içmek için dışarı çıkacağını söyledi. Dizlerinin dermanı kalmamıştı. Kendini evden dışarı attığında zorla içeride tuttuğu göz yaşları artık onu dinlemedi. Sessizce süzüldüler gözlerinden. Deniz her şeyiydi ya ….Ne yapacağını bilememenin verdiği  çaresizlikle  arkadaşına “deniz kıyısına gidelim” dedi . “belki oradadır, bir köşede oturuyordur, aramaya oradan başlayalım “İlk kez gurbette hissetmişti kendini ilk kez yapa yalnız. Şubat akşamıydı. Her yer  zifiri karanlık. Göz gözü görmüyor. Sert ve soğuk esen rüzgar içinin ateşini hafifletmiyordu. Çiseleyen yağmur damlaları yüreğini daha da çok yakıyordu. Buz gibi terler döktü.  Denizin hırçın dalgaları sahili dövüyordu. O kadar hırçındı ki dalgalar gecenin karanlığında bile bembeyaz köpürüşünü gözümüze sokar gibi belli ediyordu. Elinde cep telefonun ışığı ile koştura koştura sahili arşınlıyordu. Kafasında ki düşünceler, endişeleri birbiri ile çarpışıyordu. Ya gerçekten şeytana uyar da dediğini yaparsa.  Onun ailesine ne diyecekti,   çocukları  ; arkadaşları onlara sormayacak mıydı? baban kendini neden öldürdü. Çocuklarım ne diyecekti.  Yarın öbür gün daha da büyüyecekler , oğlan askere gidecek ,okuyacaklar iyi yerlere gelecekler, biri gelin diğeri damat olacak ve bu özel anlarda baba eksikliği duymayacaklar mıydı? Beni düşünmedi   çocuklara bunu nasıl yapardı. Hayır diyordu hayır … Tüm bu düşünceler eşliğinde koca sahili taradı. Zaman durmuş  , zaman acımasız geçmek bilmiyordu. Yüreğindeki sızı gittikçe artmış nefes almak daha da zorlaşmıştı. Hala güçlü durmaya çalışıyordu. Arabaya bindiklerinde arkadaşı ona şunları söyledi. “Şuan  bize belli etmemeye çalışsan da içinde daha da çok acı yaşadığını ,canının yandığını biliyorum. Lütfen biraz sakin ol. Buluruz bir şey olmaz” Güçlü olmaktan, güçlü görünmekten yorulmuştu. Artık güçlü olmak istemiyordu. Sadece dudaklarından” her şeyden sonra bana bunu da yapamaz” sözleri döküldü. Zaman ilerledikçe hissettiği duyguyu o bile tarif edemiyordu. Karakol, emniyet,  otogar derken bakmadıkları yer kalmadı. Küçücük ilçe kocaman olmuş üzerine binmişti.
  Saatler sonra   telefonu çaldı arayan oğluydu.” Tamam anne bulduk” dedi. O an hissettiği, öfkesi, rahatlaması, neydi ki o duygular kendisi bile bilemedi. Zamanla, vicdanıyla, Soğuk şubat ayıyla, rüzgarla savaştığı; yıllar gibi gelen süreç içerisinde, adam kuytu bir kahve köşesinde sıcak sobanın başında otururken bulunmuş. Eve geldiğinde kadının ısrarları ile yaptığı açıklama ise şu “ tamam işte olmuyor, gitmiyor. Sana boş bir kağıt bıraktım altına adımı yazıp imzamı attım. Ne istiyorsan yaz ben yarın gider gerekli yerlere veririm. Boşanırız.”” Helal “olsun dedi kadın. Yine kendine yakışanı yaptın . Sen düşüneceksin ben beynini okuyacağım . Saatlerdir neler yaşayabileceğimi , neler hissedebileceğimi hiç düşünmedin. Oturup karşılıklı konuşmak yerine bana oyun oynadın. On sekiz yılın bedeli  imzalı boş bir kağıt olmuştu.  
                                                                              DELİ MAVİ

28 Ocak 2015 Çarşamba

NEDİR YAŞLANMAK

       Şu an olmak istediği yerdeydi. Oturmuş dizlerini bükmüştü. Kollarını bir urgan gibi dolayıp dizlerinin üzerine koymuştu. Başını ona şuan bir pamuk tarlası gibi yumuşaklık hissi veren urganın üzerine koymuştu. Birden yanağını yumuşacık bir elin okşadığını hissetti.  Kulağında hoş bir seda… Başını o pamuk öbeğinden kaldırınca Kulağına fısıldayan hoş sedanın, kum tanelerini dans ettirdiğini gördü. Yumuşacık rüzgâr kum tanelerini etrafa savurup duruyordu.  Didelerini karşıya diktiğinde mavi atlas gibi her yeri bürümüş denizini gördü. Kulağına rüzgârın bıraktığı hoş seda şimdi mavi atlasa eşlik ediyordu. Narin kırılgan bir denizkızı gibi onun eşliğinde raks ediyordu.  Gökyüzü bugün çok cömertti. Ocak ayının son günleri olmasına rağmen o güneşle dans ediyordu. Küçük kadın ise bulutların şımarıklığını izliyordu. Önce bir tane fil yaptı yaramaz bulutlar. Ejderha, patlamış mısır, dinozor, tavşan en güzeli ise bir melek… Güneş de bulutlardan nasibini alıyordu. Bulutlar bir güneşin önüne bir arkasına geçiyordu. Yaramaz iki çocuk gibi oynaşıyorlardı. Güneş bulutların arasından her kaçışında kum tanelerinin üzerinde oturan küçük kadının yüreğini ısıtıyordu.
      Tüm bu güzellikleri izlerken küçük kadın derin bir nefes aldı. Yanına koyduğu çantasının fermuarını açtı. İçine bakmadan el yordamı ile aradığını buldu. Bu bir aynaydı. Aradığı buydu. Aynayı kendi yüzüne tuttu. Önce tüm yüzüne baktı. Sonrada derin derindidelerine. O didelerin içi uzun zamandır. Gülmüyordu. Derin bir iç çekti. Dipsiz kuyulardan gelir gibi bir iç çekiş. Kendine şu soruyu sordu. Zaten burada oluşunun nedeni de bu değil miydi? İlk kez korkmuştu bir şeyden hayatta ilk kez. Yaşlanmaktan. Yaşlanmak neydi? Sıfır doğuyordu insanoğlu. Bir bebek masum, temiz, cennetin kokusunu alıp dünyaya geliyordu. Zaman masum yavruyu büyütüyordu. Her saniye, dakika, saat, gün, ay, yıl bunlar mı? Yaşlandırıyordu. Uzun zaman olmuştu dünyaya geleli. Bu zamana kadar yaşlanmaktan hiç korkmamıştı.  Kendini böyle yaşlı hissetmemişti. Birden mi? yaşlanırdı insan. Birçok soru işareti uçuştu beyninin içinde, gözlerinin önünde. O an yine bir el yumuşacık yanağına dokundu. Kulağında yine o hoş seda. Birden irkildi kendine geldi. Gözlerinin önünden ve beyninin içinden Soru işaretlerini dağıttı. Zaten biliyordu ki bu soruların yanıtını. Küçük kız toparladı kendini. Yaş almak değildi ki yaşlanmak. Hayallerini, umutlarını kaybetmekti. İçindeki masum çocuğun ölmesiydi yaşlanmak.
      Ocak ayının sonuydu. Burnunun ucuna yaramaz bir yağmur damlası düştü. Gökyüzünde ki yaramaz çocuklar gitmişti. Onların yerini gri, siyah canavar gibi kocaman bulutlar almıştı. Hoş bir seda ile kulağına fısıldayan rüzgârlar artık sertleşmişti. Bedenindeki bütün tüyleri ayağa kaldırıyordu. Yüzüne bir tokat gibi çarpıyordu. Saçlarını bir oyana bir buyana savuruyordu. Sanki hepsi tüm soru işaretlerini görmüştü. Bunların hepsi küçük kadına” kendine gel” mesajı idi. Aslında hepsi çok haklıydı. Yaş almak değildi yaşlanmak. Şu an korkuyorsa yaşlanmaktan.  Aslında yaşlanmamıştı. Umudu bitmemişti. Hala bir şansı vardı. Hayata gözlerinin içini güldürecek bir pencere açabilirse asla yaşlanmayacaktı. O pencereyle umutları artacaktı. Pencerenin içinden süzülen güneş ışıkları gözlerinin içini güldürecekti. Küçük kadına göre gözlerinin içi gülen insan hiç yaşlanmazdı. Yaş almak değildi yaşlanmak. Ruhunu, gözlerini besleyen bir pencere açamamaktı.
                                                                                                       
                                                                      
 DELİMAVİ





20 Ocak 2015 Salı

KÜÇÜK ŞEYLER

     Susayım dedim. Susamadım. Konuştum hiç bir şey olmadı. Gözlerim konuştu. Karşımda bir çif göz bulamadım. Yüreğim konuşmak istedi söz yerine kan damladı. Nasıl başladıysa hayat öyle gitti öyle gidiyor. Gülmek istedim gülmeyi beceremedim. Çok zaman oldu fark ettim ki gülmeyi unuttum. Yaşamak istedim... Farkına vardım ki istediğim hayatı değil zorunlulukları yaşıyorum. Anladım ki aslında hiç yaşamadım. Ölmek istedim... Hala nefes alıyorum, ruhum bedenimde ben ölmeyi de beceremedim. Şunu söyledim hep “Ben küçük şeylerle mutlu olabilmeye razı iken. Küçük şeyleri  yaşayamamanın acısını iyi bilirim” Şimdi düşünüyorum da  neydi o küçük şeyler….
     Hayatımızda ki bir çok kavram gibi göreceliymiş. Güzellik gibi, aşk gibi… Günümüzde nesnelleşti çoğu evlilikler. Çevremdeki birçok kadından gözlemim; Mutluluğun anahtarı ev, araba, pahalı hediyeler, kürkler… Kocasız olurdu da parasız olmazdı. İşte bunlar benim için büyük şeylerdi. Onları gerçekleştirecek imkânım olmadı için belki… Bana göre küçük şeyler mutluluğun anahtarıydı. Sevdiğinden masum bir gülücük, çıkarsız bir “seni seviyorum “ deyiş, tek bir dal papatya, yaz yağmurunun altında el ele ıslanıp saçlarımızdan süzülen damlaları silmekti. Aslında bana göre paylaşmaktı. Hayatı, mutluluğu, sevinci , acıyı paylaşmaktı.  Beraber  ağlayıp beraber gülebilmekdi.
        Zaman değişti ,şartlar değişti. Rüyamda görsem hayra yormayacağım bir işim oldu. Yıllar öncesinde hayalini kuramadığım kocaman bir evim oldu. Yalnız bir tekerleğin hayalini kuramazken şimdi bir jip’im oldu. Aslında çok büyük şeyler değilmiş bunlar. Elde edilmesi  zaman alan; elde ettiğinde ise hayatın akışını, duygularını değiştirmeyen şeylermiş. Büyük olan benim yıllardır küçük şeyler diye kendimi kandırdıklarımmış. Çünkü karşımdakinden beklemişim. Ben bir sevgi sözcüğü beklerken o sözcük çok kıymetlenmiş. Başımı dizlerine koyup Tv karşısında fil izlemeyi beklerken O diz kıymetlenmiş. Bir bayram gününü beraber geçirelim derken o bayram günü çok büyük şeymiş. Lugatımdan çıkardığım aşkım, canım, sevgilim, hayatım, birtanem  vs. sözcükleri ona söylediğim için büyükmüş.
          Evet  anladım ancak geç oldu. on sekiz yıl  dile kolay. Ondan beklediğim duygusal her şey çok büyük şeylermiş. Küçük şeyler bende saklıymış.  Bir  akşam üzeri arabamı  deniz kısına çekip buz gibi bir şişe bira eşliğinde müzik dinleyip gün batımı izlemekmiş. Yalnız başıma tv karşısına geçip ayaklarımı uzatıp film izlemekmiş. Akşamüzeri yürüyüşe çıkınca yolda gördüğüm , tanımadığım yaşlı teyzeye “ iyi akşamlar nasılsın teyzeciğim “demekmiş. Sabah gün ışığıyla berber küçük kızımı alıp denize girip yüzmekmiş.

          Şöyle demişti bir dostum “ birilerinin gelip seni mutlu etmesini bekleme. Sen kendini mutlu edecek    bir şeyler yap” Küçük şeyler kimseden beklemediğimiz şeylermiş.Yalnızlıkmış.:( :( :(

                                                                                                                   DELİ MAVİ